25 Ekim, 2014

ölümler çıplak gelir

M: Gözlerini kapat ve kendini herhangi bir yerde hayal et.
Ö: …
M: Ettin mi?
Ö: Ettim.
M: Neredesin?
Ö: Denizdeyim. Bir yelkenlide.
M: Ortam nasıl?
Ö: Deniz sakin, hava güneşli. Usul usul esiyor rüzgar.
M: Etrafta ne görüyorsun?
Ö: Adalar… İrili ufaklı adaların arasından geçiyorum. Güzel tropikal bir adanın yanındayız. Rengarenk kıyafetler içinde neşeli insanlar dolaşıyor sokaklarda.
M: Karaya çıkacak mısın?
Ö: Hayır.
M: Neden? Teknede seni bir şey mi tutuyor?
Ö: Bilmem. Belki.
M: Yelkenliye dönelim. Etrafta dikkatini çeken bir şey var mı?
Ö: Bir ip var, aşağı doğru sarkıyor. Tekneye bir şey bağlı galiba.
M: Nasıl bir şey?
Ö: Ceset torbasına benziyor.
M: Ceset torbası mı?
Ö: Evet.
M: Sence o torbada kimin cesedi var?
Ö: (Gözyaşları akmaya başlar) Benim!
M: Ne yapacaksın o torbayı?
Ö: …

Kendini rüzgara bırakmış bir yelkenlide, neşeli adalara uzaktan bakarak ilerlerken ölümümün yasını tutuyordum. Cesedimi ne yapacağımı o an ben de bilmiyordum.

18 Ağustos, 2012

nostalji



31 Aralık 2000, New York...

Fotoğrafın üzerinden 9 ay/11 gün geçti; ‘birlikte ama yalnız’ nice çift gibi, ilk darbede yıkıldı İkiz Kule. Dünyanın başkentinin silüeti değişti.

Hayat böyle bir şey işte. Beklenmedik yerde sıfatını, silüetini, yanındakini, istikametini değiştiriverir.

(Ve sanırım hayatı yaşanmaya değer kılan da, bu değişim ihtimalidir.)

15 Şubat, 2012

"gazella ile 3 kıta 1 blogger" yarışması

Yaşın kemale erdiğini hitaplardan anlarsınız önce. Yeni tanıştığınız insanlar size HANIM demeye başlar; "Kaç kilo tartiim, ABLA?" diye sorar manav; arkadaşların çocukları TEYZEE diye eteğinize yapışır. Dil dürüsttür:) Belli ki, artık, at kuyruğu yaptığınız saçınızı millet bi yere kadar yemektedir. Bayramlarda aldığınız mesaj sayısı artar. Barlarda kimliğinizi kimse sormamaya başlar. Filan.

Üstüne bir de, yarışmalarda jüri üyeliği davetleri gelmeye başladıysa; siz artık cidden bi HANIM, bi ABLA, bi TEYZE olmuşsunuz demektir (Benim için üzülmeyin; hürmet görmek de iyi bi şey:P).

Jüri üyesi olmasaydım katılmayı çok isteyeceğim bir yarışmayı duyurmak istiyorum bugün size: "GAZELLA İLE 3 KITA 1 BLOGGER".

- Başvuru süreci bugün başlayan (ve sadece 2 hafta olan) yarışmaya katılmak istiyorsanız, blogunuzda üç adet gezi yazısı olması yeterli.

- Gazella Facebook Fan Sayfasında yer alan “Yarışma” sekmesi üzerinden bloglarının kaydını yaptıran katılımcılar, halk oylamasında beğenilen bloglar arasında ilk 10'a girerlerse, ikinci aşamaya geçebilecekler.

- İkinci ve final aşamada, ilk 10'a kalan blog yazarlarından, gitmeyi en fazla hayal ettikleri yeri ve orada yapacaklarını konu olan bir yazı yazması beklenecek. Tasarlanan seyahat planları jüri oylaması ile değerlendirilerek yarışmanın ilk 3'ü belirlenecek.

Birinci seçilen aday, Gazella tarafından bütün masrafları karşılanmak üzere yaklaşık 2500 avro değerinde bir tatil kazanacak. İkinci ve 3. seçilen finalistler de tatil hediyesi ile ödüllendirilecek.


Paylaşmanın güzelliği adına bloglarımızda yüzlerce yazı yazdık, deneyimlerimizi paylaştık. Aramızdan en azından birkaç blog yazarının emeklerinin küçük bir karşılığını alacak ve ilginç bir seyahatle bizi de peşlerine takacak olması ne güzel! Böylesi fırsatların artmasını diliyorum.

31 Aralık, 2011

elveda 2011

1975’te yürümeyi, konuşmayı öğrendim; 1981’de okumayı, yazmayı...

1984’te bisiklete binmeyi öğrendim; 1985'te özgürlüğün güzelliğini...

1987’de arkadaşlığın değerini öğrendim; 1988’de yalnızlığın mutlaklığını…

1990’da aşık olmayı öğrendim; 1991’de kalp ağrısından ölünmediğini…

1992’de para kazanmayı öğrendim; 1995’te başarısızlığın acı tadını…

1997’de azmin elinden bir şeyin kurtulamayacağını öğrendim. 2000’de potansiyelimin bilincine vardım.

2001’de doğuştan ‘arıza’ olmadığımı öğrendim. 2005’te arızalanma hakkımı kullandım.

2006’da yollara düştüm ve hayata başka bir yerden bakmayı öğrendim. 2007’de küllerimden yeniden doğdum.

Her gelen sene bir tuğla koydu, bir çentik attı... Öğrenerek, deneyerek, didinerek, eğlenerek bu günlere ulaştım.

Muhtemel bu sene de, öğrenecek fazla şey kalmadığından endişelenen Özlem olarak, hayat bana yine yapacak sürprizini… Öğrenmenin sonu olmadığını yeniden fark edeceğim.

2011’in, hayatı anlamlandırma adına yeni fırsatlar sunmasını ve bize bu fırsatların izini sürecek bakış açısı, istek ve coşkuyu getirmesini diliyorum.

***

Geçen yıl bugün sevdiğim birkaç dosta yeni yıl tebriği olarak yukarıdaki mesajı atmıştım. O günden bugüne 365 gün geçti, dünya güneşin etrafındaki bir turunu daha tamamladı.

2011 zor bir yıldı benim için; elimden gelse kayıtlardan sileceğim. Belki gelecekte "Ben 2011’de şunu öğrendim" diyeceğim bilge bir sükunetle... Ama bugün küskünüm kendisine...

Yeni yıla Heybeliada’daki Heyamola Ada Lokantası’nda gireceğim. Yolu düşeniniz olursa, beklerim.

İyi seneler!

16 Kasım, 2011

gezi yazısı yarışması

İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili Birimi tarafından, tüm üniversite öğrencilerinin katılımına açık bir Gezi Yazısı Yarışması düzenleniyor.

Ben de gezi yazılarını değerlendirecek olan Seçici Kurul'dayım.


Ödüller

1. olan yazı için 3000 TL değerinde seyahat bursu
2. olan yazı için 2000 TL değerinde seyahat bursu
3. olan yazı için 1000 TL değerinde seyahat bursu
Ayrıca iki yazı için Özendirme Ödülü (250 TL değerinde İBÜ Yay. Kitap seti)

Başvuru koşulları için tıklayın.

Bilgi Üniversitesi'ni kutluyor, kalemine güvenen gezgin üniversiteli arkadaşları bu heyecan verici yarışmaya davet ediyorum.

24 Eylül, 2011

kore seyahati (6): yemekler

Gittiğim ülkelerde ya da Türkiye içinde seyahat ederken, yöresel mutfak benim için; değil Löplöpçüler gibi seyahat motivasyonu olsun, bilakis kaçındığım şeydir (Aynı tornadan çıkmadık ya, ben de böyle bi modelim:)) Yeni tatları denemek hiç derdim olmadığı gibi, büyük ün sahibi yiyeceklere bile "artık şunu da tatmadan dönersem yuhh derler" düşüncesiyle biraz mecburen ve korku içinde şans veririm. Lokal yiyeceklerle olan mesafeli ve tedbirli ilişkim yüzünden de, gezgin için rutin kabul edilebilecek barsak bozukluğu gibi dertleri neredeyse hiç yaşamam. Siz durumu bilin ama beni örnek almayın tabi:)

Her yer için bunu söyleyemeyiz ama bazı ülkeler mutfaklarıyla da tanınmak zorundadır bana göre. Türkiye'den simit/peynir, kebap/rakı, kuru fasülye/pilav, tulum/pide, zeytinyağlı yemekler gibi lezzetleri tatmadan ülkesine dönen yabancı gezgin ne kadar eksik kalmışsa; kimchi, kimbap, bibimbap, juk, bindetdo vb yiyeceği tatmadan, değişik tarzdaki esnaf lokantalarına oturmadan, sokak tezgahlarında atıştırmadan, soju içmeden, marketteki mikrodalga fırında pişirilmiş erişteyi ayak üstü yemeden geçen bir Kore seyahati de olmaz, olmamalı!



Kore fatihinin kalbine giden yol bi aşamada illa ki mutfaktan geçer. Han ruhunu yakalamak için ideal mekanların başında gelir sofralar. Bunu yola çıkmadan anladığımdan, uyuzluğu bıraktım ve kendimi yeni lezzetlerin kucağına attım Kore'de. Yiyeceklerin tadı değildi sadece farklı olan; sofra düzeninden servis biçimine, yemek adabından yeme şekline tüm bileşenler ilginç ve ben gibi ilgisiz bir gezginin bile iştahını kabartacak cinstendi.

Kendimi aştım ve Kore'deki 10 gün boyunca neredeyse sadece yöresel yemek tükettim. Her birini tek tek anlatacak, tariflerini filan verebilecek bir insan değilim maalesef. Yine de Kore yolcularının işini kolaylaştırmak amacıyla, aklımda kalanları damak zevkime göre puanlayayım (fotolar sıralı değil):



1. DONDURMA (10/10): Yok böyle şey arkadaşlar, parmaklarınızı yersiniz! On üstünden 10 veriyorum Kore'de yediğim dondurmaya. Onlar da bizim Maraş dondurmasını beğeniyor olmalı ki Seul'de 2 ayrı Türk dondurmacı ile karşılaştık (Koreliler çocuk ruhlu bir millet olduklarından, bizimkilerin show'larını seviyorlar sanırım; "yakala, hopp, yakalayamadın ki"- Türk dondurmacısının klasik turist tavlama metodunun orada bayağı prim yaptığına gözlerimle şahit oldum).

2. BINDETDO (9/10): Kore usulü pizza olarak anlatsalar da bize bu yiyeceği, ilgisi yok; içine patates katılmış ve kızartmak yerine tavada omlet gibi pişirilmiş mücver diyebiliriz kendisine. Kore'de en beğendiğim yemek!

3. KİMBAP (8/10): Yosuna sarılmış pilav, içine de biraz sebze. Meğer yosun ne güzel bir lezzetmiş. Şaşkınım!

4. KİMCHİ (8/10): Bir benzetme yapacaksak, bizdeki turşuya benziyor en çok. Kore mutfağının tuzu, biberi, salçası. Sofraların olmazsa olmazı. 200'e yakın çeşidi var. En lezzetlisi Çin lahanasından yapılanı bence.

5. GRILLED GALBİ (8/10): Marine edilmiş ızgara et. Tanıyan bilir, kırmızı löpçük eti hiç sevmem. Eti baharatla, salçayla, ekmekle, bulgurla filan karıştırarak yedirebilirsiniz ancak bana. Anladım ki ben Türk danalarını sevmiyormuşum. Kore'de sığır bir leziz, bir leziz (özel olarak yetiştiriliyormuş), et obur insanlar pişirmeden yiyebilir bence. Gumiho ağzının tadını biliyormuş:)



6. BİBİMBAP (7/10): Pilav, et, sebze... Karıştırın, karıştırın iyice. Şimdi birazcık da yosun dökün üstüne. Oldu bibimbap size! İnternette okuduğuma göre, Kore'de yaşayan Türklerin 'can simidi' imiş bu yemek. Miktarı az olsa da etin, tadı oldukça güzel.

7. JUK (7/10): Kore filmlerinde, biri hastalanınca yaptıkları lapa var ya, işte bu o yemek. "Porridge" de deniyor. Bon-juk isimli zincir restoranda tattık lapayı. Ortamdaki ambians, sunum vs bile yeterdi bizi mutlu etmeye. Onlarca çeşidi var, ben taze fasülyelisinden yedim.

8. PAT-BİNG SU (5/10): Buz, yeşil çaylı dondurma ve barbunyadan oluşan bir tatlı. Bu kombinasyon ne kadar şahane olabilir ki? Bir puanı da 12 dolar ödediğim için kırdım! :)

9. TTEOKBOKKİ (5/10): Baharatlı pirinç keki. Sosunda iş yok bana göre, acı bi de. Yine de aç kalmaktan iyidir tabi. Sokakta en kolay bulunacak yemeklerden.

10. NAENGMYEON (4/10): Garip, pek garip bir noodle. Şeffaf bi kere. Soğuk yeniyor. İçine envai çeşit şey (et vs) konuyor. Yer sofrasına oturarak yedik; ortam tatmin edici, yemeğin tipi de lezzeti de iştah kapatıcıydı. Yonç sevdiğini iddia etse de, bana göre diildi sanki.



Kısıtlı deneyimim ile Kore mutfağı üzerine fazla şey söylemek istemem. En güzeli sizin kendi deneyiminizi yaşamanız. İstanbul'da Kore restoranları mevcut.

Yine de özet bilgi vereyim. Dünya mutfakları içinde yükselen yıldız olduğunu okumuştum bir yerlerde. Benim çok sevdiğim yemek de oldu, hiç sevmediğim de. Zengin bir mutfağa benziyor; sebze ağırlıklı ve sağlıklı olduğu söyleniyor ama et (dana, domuz, tavuk, hatta köpek) veya deniz ürünleri, pilav ya da erişte de feci tüketiliyor sanki. Genel olarak; tuz yok, baharat ve sarmısak çok. Çatal yerine metal çubuk, bıçak yerine makas ! kullanılıyor.

Yerkürede metrekare başına en çok restoran/cafe/yiyecek tezgahı vs düşen ülkelerden olmalı Kore. Gece yarılarına kadar mekanlar açık ve oldukça da dolu.

Bana ilginç gelen servis yöntemlerinden bahsedeyim biraz da. Belki TR'de de bu yöntemler kullanılmaya başlanmıştır da, ben artık ev kuşu olduğum için gelişmeleri kaçırmışımdır.

Mesela self-servis restoran ve kafelerde sipariş sonrası bir cihaz veriyorlar müşterinin eline. Servis hazır olunca o alet ötüyor; öyle ekrandan numara takibi vs yok. Masada rahat rahat bekliyorsunuz yiyeceğinizi.

Garsona 'pişt' çekmek yok. Yandaki fotoda gördüğünüz zile basıyorsunuz, garson hemen yanınızda bitiyor.

Bahşiş alışkanlığı da yok gibi duruyor Kore'de. Yoksa peşimizden koşup "paranızı unuttunuz" der miydi hiç garsonlar?

Kore'de yemek tüm bu detaylar yüzünden zevk, tüm bu farklılıklar yüzünden güzeldi. Bak şimdi! Yazdıkça yeniden gidesim geldi:)

21 Eylül, 2011

kore seyahati (5): han nehri ve 63. bina

Bir gezginin rota seçimi (ya da bir yere gitmeyi istemek), genelde bilinçüstü ya da altına yerleşmiş bilgi/hikaye/duygu kayıtları yüzündendir.

Kore'ye dair hafıza kaydım geçmişte pek temiz olduğundan, Seul'e gitmeyi ilk ne zaman istedim, gayet hatırlıyorum; Castaway on the Moon'u izlediğimde!

Daha önce de bahsetmiştim filmin konusundan; hayatta dibe vurmuş, borçları yüzünden feci daralmış kahramanımız Kim, Seul'ün ortasından geçen Han Nehri üzerindeki köprülerden birinden intihar etmek amacıyla atlar. 63. Bina ve Ulusal Meclis Binası'nın karşısındaki bir adada gözünü açar.

Film boyunca Kim'in önce adadan kurtulmak, sonra adada yaşamak için verdiği mücadeleye hem güler, hem hisleniriz. O ada artık sadece Kim'in Adası değil, bizim de adamız olmuştur!

Han Nehri ve 63. Bina daha sonra karşıma pek çok film ve dizide yeniden çıktı. Bunlar arasında 63. Bina'ya bana göre en çok ruh katanı, My Girl isimli k-drama idi (Empire State Building denince gözümüzün önüne Sleepless in Seattle filminin gelişi gibi). Dizideki esas kızımız 'yalancı' Yoo Rin'in ağzından 63. Bina'ya dair dökülen inciler:

"Söylentiye göre Güney Kore saldırıya uğrarsa, Namsan Seoul Kulesi'nin tepesinden bir lazer Bipp diye yayılacak; önce 63. Bina'ya, sonra da Meclisi Binası'na çarpacak. Meclis Binası'nın tepesi açılıp Ma Jing Ga ortaya çıkacak"... "63. Bina'nın asansörü yere 1 dakika 40 sn'de ulaşır. Bu sürede nefesini tutabilirsen dileğin gerçekleşir"... "63. Bina'yı seviyorum, çünkü çok yüksek. Yüksekte üzüntülerinden kurtulursun. Üzüldüğünde uzaklara kaçmak istemez misin? Uzaklara gidemiyorsan da yüksek bir yere çıkabilirsin."



Seul'deki 3. veya 4. günümüzdü galiba; şehri bir de nehirden görmek için tekne turlarının başladığı Yeouido Adası'na (Kore'nin Manhattan'ı) gittik. Üzüntülerimizden kurtulmak için çıktık 63. Bina'ya. Asansöründe nefesimizi tuttuk. Sadece 20 kat dayanabilmiş olsak da nefessizliğe, üzülmedik hiç. Kore seyahati bir dileğin gerçekleşmesiydi zaten.



63'ten sonra ver elini Hangang... Nehirde tekneyle gezerken Kim'in kendine yatak yapıp uyuduğu ördek şeklindeki nehir bisikletlerini gördük. Lie To Me'de oyuncuların nehre düştüğünü hatırlayıp güldük. Teknedeki büfeciye Kim'in Adası'nı sordum. Yirmi dakika uğraştıktan sonra, internetten buldu benim için adayı amca. Bu Koreliler böyle; sor ve sonra yaslan arkana:)

16 Eylül, 2011

kore seyahati (4): hamam

Güney Kore'de beni heyecanlandıran mekanların başında jjimjilbang'lar geliyordu.

Merak ediyordum; hamamlarda insanlar gerçekten uyuyor, yüzlerine maske yapıyor, kafalarına havluları garip şekillerde bağlıyor ve yumurta yiyorlar mı?

Yumurtanın akına ne olduğu, ayrıca çözülmesi gereken bir sırdı benim için. Kahverengi yumurta olur muymuş hiç? Olurmuş efendim, olurmuş! Bin derece ısıyı basararak pişirirsen; yumurtanın akı gider, vakı kalırmış.

Hamama gitmek turistik değil, bayağı mahalli bir aktivite olduğundan, uygun bir jjimjilbang bulmamız da kolay olmadı. Resepsiyonistimizi hafif çaplı yıprattım bu uğurda, ama değdi:)

Koreliler acayip fit insanlar (30 yaş altı erkekler bildiğiniz üçgen, kızlar da sıfır beden). Tüm halk haftasonu dağ bayır tırmanıyor spor amaçlı. Doksan yaşındaki amcalar bile yürüteçleriyle sokaklarda egzersiz yapıyor.

Bu gerçeği önceden bildiğim için Kore'deki en şişko insanın ben olacağımı, belki de hamamdaki pijamalara sığamayacağımı düşünüp endişeleniyordum. Sığdım allahıma bin şükür. Ohh:)

Kadınların giydiği pembe hamam pijamasını da giydim, ince uzun havluyu Koreliler gibi de bağladım, kahverengi ve pek lezzetsiz yumurtadan da yedim ve -galiba hayatımda ilk defa- Yonç ile birlikte yüzüme maske de yaptım. Evet efendim, bunların hepsi gerçekten de Kore hamamlarının ritüelleriymiş.

Aslında hamam sefamızı anlatmaya, foto'lu bölümden başlamam gecenin zamansal akışına ters. Çünkü pijamaları çekip, dinlenme faslı başlayana kadar geçen ve maalesef:) görüntülenemeyen bir ön bölümü var hikayenin. Gerçek hamam bölümü.

Hamamın kapısında bileğimize anahtar görevi gören bir bileklik takıp, elimize de pijamaları tutuşturdukdan sonra görevliler; bizi soyunma odalarına yönlendirdiler. Adı üstünde 'soyunma odası'. Tüm Koreli kadınlar soyunurken, biz mayolarımızı giydik. Çocukken Sorgun'da gittiğim bir Türk hamamından beri bu kadar çok çıplak kadını bir arada görmemiştim. Detayları kendime saklayacağım:)

Hamam bölümünde, onlarca irili ufaklı havuz yer alıyordu ve her birinde suyun sıcaklığı farklıydı. Geniş salonun bir köşesindeki camekanla ayrılmış odada 3 kadın masaj ve kese yapıyordu.

Biz de heveslendik ve yine anlamadığımız fiyat listesinin en ucuz seçeneğinde karar kıldık. Cimri miyiz, neyiz:) Kese olduğunu sandığımız operasyon için, iki pazusu güçlü acumma'nın önüne yattık. Kırkpınar'dakine benzer görüntüler yaşandıktan sonra, teyzelerin en terso olanı homurdanmaya başladı. El kol homurtu bişiler anlatmaya çalışıyordu ki, odaya giren kızlardan biri İngilizce bildiği için derdine tercüman oldu. Sadece tek yüz kese (yani vicuudumunuzun bi tarafı:)) 10 bin won'muş, diğer yüz için de 10 bin won vermeliymişiz:) Kazıklandığımızdan neredeyse emin olsak da, 'He' dedik.

Hafiflemiş bir şekilde ayrılırken ortamdan, hamama bavuluyla bir acuşşi geldi. 10 bin won'u ödedi, pijamasını alıp uyumaya çekildi.

14 Eylül, 2011

kore seyahati (3): 2 pm, hands up konseri

Kore pop müziği (k-pop) ile alakam, OST'ler düzeyindeydi. Minimum 5 kişiden oluşan kız veya erkek müzik gruplarının varlığını duymuştum da, hiç izlememiştim. Yine de Uzak Doğu'ya özgü ilginç fan davranışlarını gözlemlemek amacıyla bir idol grubu konserine gitmek seyahat planımın olmazsa olmazlarındandı. İçime bi his doğmuştu, ilginç bir deneyimin kokusunu almıştım. "Bir k-pop konserine gidile ve fanlarla birlikte parıldak şeyler sallanaaa" kararını ondan almıştım. Burnumu seveyim, yanılmamışım:)

Yonç, seyahat öncesi büyük uğraş vererek, daha önce adını bile duymadığımız 2 PM'in Hands Up Asia Tour'unun Seul'deki başlangıç konserine bilet almayı başardı (büyük uğraştan kasıt; İstanbul'da yaşayan bir Koreli ile tanışmak, o kişinin evine gidip onu 5 saat internete kitlemek, kredi kartı ile bilet satın almak mümkün olmadığı için o Koreli'nin Seul'de yaşayan annesinin konser biletlerini elden almasını sağlamak gibi pek komplike işler).

2 PM'i bilmemek ayıp diil, öğrenmemek ayıp:) O ne gruptu, o ne konserdi öyle !!

Konserin yapılacağı kapalı stadyumun girişinde; bir yana gruba başarılar dileyen çelenkler, diğer yana grup adına hayranların yaptığı bağış paketleri dizilmişti.



Çelenk yollayanlar arasında KBS gibi TV kanalları ve fan siteleri vardı. Üzerlerinde "Bana Junho'yu verin" tadında notlar barındıran hayran bağış paketleri bize pek bi değişik geldi:) "Junho için benden 300 kg un", "Junsu için benden 500 kg kuru fasulye" filan. Un ve kuru fasulyeyi atıyorum tabii. Koreceyi o kadar sökemediğim için paketlerin içinde ne olduğunu hayal etmekle yetindim.

Çelenklerin önünde baktım insanlar düğünde damat annesiymiş gibi davranan bi kadınla fotoğraf çektiriyor, ben de sokuldum yanlarına. O dedi "Omma", ben dedim "Toki", anlaştık valla:) 2 PM grubundaki gençlerden birinin annesiymiş. Konser için Türkiye'den gelen büyük fanlar olduğumuzu sandı galiba. Çok şeker kadındı ama yine de oğlu adına garipsedim manzarayı. Muhtemelen zapt edemedi çocuk anasını:)

Tam da gözümde canlandırdığım gibi; fanlar üstlerine takımları çekmiş, ateşli bir ruhla salonu doldurmuşlardı. Konserin başlamasıyla yer yerinden oynadı!

Şu yaşıma kadar dünyaca ünlü pek çok grubun konsere gittim, ben böyle şey görmedim sayın seyirciler! İdol grup neymiş, Koreli kızlar niye Oppaa, Oppaaa diye bağırıp saç baş yolarmış ben o gece anladım. Ne şovlar döndü sahnede, ne şovlar. Ses-ışık gösterileri desen, fesimizi uçurdu resmen!

Bizim bilet şansımıza sahne önüymüş. Bu sayede grup üyelerinin her birini yakından gördük. Önümüzde kıyafet mi değiştirmediler, üzerimizden salıncakla mı uçmadılar, dev su tabancaları ile seyirciye su mu sıkmadılar.. Heyhat! Analar ne şarkıcılar doğurmuş da, biz ömrümüzü Erol Evgin'den Tarkan'a uzanan bir yolda geçirip gitmişiz:pP


13 Eylül, 2011

kore seyahati (2): seul'de gece hayatı

Yolları sevdiğim kadar, geceleri de severim. İnsanların olduğu kadar, şehirlerin de geceleri ortaya çıkan yüzlerini merak ederim.

Gündüz göremeyeceğiniz insanlar ve insanlık halleri, havanın kararmasıyla dökülür sokaklara. Normalde merhabalaşmayacak kişiler; genci, yaşlısı, kadını, erkeği, eşcinseli, zengini, fakiri, hayatın sillesini yiyeni, çapkını, çömezi, fahişesi, torbacısı, mafyası, gündelik hayattan sıkılanı, yalnızı, bıkmışı, macera ve eğlence arayanı, avcısı, av olmaya can atanı, şair ruhlusu, tutunamayanı, dertlisi, meraklısı, akşamcısı... gecelerde buluşur. Geceler sürprizlere gebedir. Gecenin karanlığında ara renkler, ilginç hikayeler çıkar ortaya. Bir insanı olduğu gibi, bir şehri tanımak için de en ideal zaman, gecelerdir bana göre.

Seul 10 milyonun üzerindeki nüfusuyla 24 saatin dolu dolu yaşandığı, inanılmaz dinamik bir şehir. Muadilleri dünya üzerinde ancak New York, İstanbul, Tokyo gibi metropoller olabilir.

Gece hayatı açısından da Seul'ün kendine münhasır bir şehir olduğunu hemen belirteyim. Başkentte kaldığımız 7 gün boyunca, önümüze çıkan eğlence mekanlarına ara ara daldık. Şehrin kalanı nasıldır emin değilim ama otelimizin olduğu Sincheon bölgesi, zabaha kadar eğlenceenin yaşandığı bir yerdi. Akşamları otelimize yürürken caddenin ortasına düşüp uyuyanını da gördük, sırtta taşınanını da, nara atanını da... Sadece kızların çalıştığı Zen Bar'da (biz dışında kadın müşteri gece boyunca girmedi mekana) 'yan masadan yollanan' biraları da içtik, sadece oğlanların çalıştığı Crazy Wine Bar'da (orada da müşterilerin %90'ı kadındı) Oppaaa diye bağırıp barmenlerin üstüne atlayan kızlarla dans da ettik. Yine de en ilginci sanırım Night Club deneyimiydi.

Sokakta aheste aheste yürürken, kapısında hükümet gibi bi adamın dikildiği bir gece kulübü dikkatimizi çekti. İçerde ne varmış bir bakalım diye kafayı sokmamızla olaylar kontrolden çıktı. Anında 5 garsonun kafa kola almasıyla kendimizi en ön masaya kurulmuş ve zorla 35 bin won'u ödüyor bulduk. Hemen önümüzde bir sahne; çıtır bir kız grubu şarkı söyleyip dans ediyor. Yanımızda bir pist; 20'den 60'a her yaştan insan dans ediyor. Ardımızda 2 kapı; orada ne işler döndüğünü ise Tanrı biliyor:) Atmosfer -bir benzetme yapacaksak- bizdeki düğün salonlarına benziyordu en çok.

35 bin won'umuza karşılık (yaklaşık 35 dolar- ki 60 bin won'dan başlayan set menüler içinde en ucuz seçenek oydu ve ne sipariş ettiğimize dair en ufak bir fikrimiz yoktu) masaya 3 bira, bi patlamış mısır kasesi, 2 dondurma ve bir meyve tabağı geldi. İlginç bir menü !

Masaya oturalı 3 dakika olmamıştı ki, kesinlikle çözemediğimiz, gizemli ve rahatsızlık verici bir iletişim (doğrusu iletişememe) süreci başladı. Önce bir garson geldi, sonra ikincisi. Bizi elimizden kolumuzdan tutup bir yerlere götürmeye çalışıyorlar. Ortamda İngilizce konuşan bir insan olmadığı için dertlerini anlamıyoruz. Masayı mı taşımalıyız? Bir şey mi sipariş etmeliyiz? Derdiniz ne? Sonra 3. garson geldi, ardından 4.sü. Arada 2-3 garson eş zamanlı olarak çekiştiriyor bizi. Çekiştirmek kelimesini kullanıyorsam, emin olunuz ki tam olarak çekiştirildiğimiz içindir! Bu arada pistte dans eden 45-50 yaşlarında 2 teyze bize sürekli el ediyor, haydi siz de piste gelin kızlarr manasında:) Yanımızdan, arada, bir kadını kapalı kapıya doğru sürükleyen bir adam geçiyor, giden dönmüyor.

Ortam feci şekilde garipti. Kapalı kapılar ardında dönenlerle ilgili fantaziler üretmeye başladık. Anladık mekanda bi yanlış var ama o yanlış ne? Huzursuzluk içimizi sardı. Ne oluyoo uleynn?? Azimle kalkmadık ama masadan. 35 bin won para vermişiz; meyve tabağımız filan var hani . Ödediğimizin karşılığını almadan gitmeye ya da masamızı taşıtmaya hiç niyetimiz yok! Mekanın tüm garsonları (tahminen 8-10 kişi) masamıza gelip sıralarını savınca, bu sefer takım elbiseli adamlar bir şeyler anlatmayı denedi. Bizde tavır kesin ve net; hiçbir yere gitmiyoruz! Bu mücadele yarım saat kadar sürdü. Sonunda dedim "Yonç, dayanamıyorum, bakıcam kapının ardında ne var?" Gözü karartıp araladım kapıyı: Karaoke makinaları! Allah sizi bildiği gibi yapsın. Şansımızı fazla zorlamadık, hemen ayrıldık.

Jeju Ada'sındaki rehberimizle konuştuktan sonra o gece bir çeşit pavyona düştüğümüze karar verdik. Kore'de pavyon olayının raconu 'bir erkek davet edince, garsonun kızı o masaya götürmesi' imiş. Kore'de konsomatris muamelesi görmüş olabiliriz:)

Night Club'da çekiştirilmeye müsade etsek varacağımız yer karaoke odası mıydı emin değilim hala ama, sanırım düzgün bir norebang gecesi yaşamak kaderimizde vardı.

Hamamdan dönerken:) tanıştığımız Koreli Hong kardeşlerin karaoke performansları huzurlarınızda!


09 Eylül, 2011

kore seyahati (1): seul'de ilk gece

Aylardır mental olarak bu seyahate hazırlansam ve kafamdaki Kore dosyasına ufak ufak yapılacakları not düşsem de, son dakika açılan uçak bileti evdeki hesabı biraz bozdu.

Gitmeden biraz Korece öğrenmiş olmayı planlamıştım mesela. Karaoke barlarında en azından bir iki k-pop şarkı söyleyebilmeyi, alışveriş esnasında Korece “ooo, çok pahalı” demeyi, taksiye bindiğimde “Han Nehri’ne çek hoca” tadında olaylara hakim bir görünüm sergilemeyi istemiştim (İlgisine not: Türk Kore Kültür Derneği Ekim başında yeni kurs açıyor). Dizilerden Koreceyi söktüğünü iddia eden yol arkadaşım Yonç'un aksine; çuayo, saraneyo, oppa, yobu gibi pembiş sözlerin pratikte işimize yaramayacağını kestirebilmiştim:)

Seul pahalı bir şehir. Özellikle konaklama için kesenin ağzını açmak gerekiyor. Gitmeden farkettiğim üzere uyumak için en ucuz mekanlar, hamamlar! Guesthouse, hostel, moteller de var tabii ama bünye bu yaştan sonra totoyu kollamak zorunda kalmadan uyumak istiyor (Bu konudaki acı deneyimlerim için bknz Gece Ziyaretçileri yazısı). O yüzden kendimizce makul fiyatli bir otel ayarladık Seul'de (odanın gecesi 90 bin won/2 kişi).

Incheon Havalimanı'ndan otelimize vardığımızda (airport bus, 10 bin won/kişi) akşam olmuştu bile.

İngilizce konuşabilen bir müdürün işe alınmasıyla love motel'den hotel'e dönüştürüldüğünü sandığım otelimizdeki oda tek kelimeyle ilginçti. Gardrop yoktu ama 2 bilgisayar, elbetteki terlik, saç jölesinden tonik ve deodoranta bir dizi bakım ürünü, dev bir plazma ekran, ısıtmalı klozet (ve tam bir sessizlik içinde çalışan sifon) vs mevcuttu. Otelimizin bir giriş kapısının olmadığını, resepsiyona garajdan ulaştığımızı söylemiş miydim?:)

Kore'ye gitmek ilk aklıma düştüğünde, yapılacaklar listeme bakınız şunları yazmışım.

Bavullarımızı odaya bile çıkarmadan kendimizi hemen sokaklara attık. Otelimizin yanındaki grill restoranını farkettiğimizde gözlerimiz ışıldadı resmen! Yapılacaklar listemizin bir maddesini hemen silebilecektik.

İngilizce konuşamayan sevimli garsonlar ile möö, gıdak gıdak gibi sesler çıkararak bir şekilde anlaştık ve sipariş vermeyi başardık:)

Servis sırasında garsonun masamıza içecekleri dökmesi ilk gün dikkatimizi bile çekmeyen şeydi. Ertesi 3 gün boyunca yemek yediğimiz ya da bir şeyler içtiğimiz tüm mekanlarda aynı şeyin tekrarlaması, yabancılar karşısında Korelilerin elinin ayağının dolaştığı şüphesini aklımıza getirdi:) Şu Koreliler çok sevimli, çook...

Yemeklerimizi afiyetle yiyip mahallemizi tanıma turuna çıktık. Sofradan yeni kalkan sanki ben değişmişim gibi tezgahta satılan pirinç keklerini, kimbapları görünce, annemin aşuresini bulmuşum gibi sevindim. Tatlarından önce isimlerini öğrendiğim bu yemekleri sonunda deneyebilecektim! Sonuç; hiç fena diil:)

Tezgahı bıraktık, 20 metre daha gitmemiştik ki karşımıza bir norebang (karaoke bar) çıktı. Allahıım, sana geliyorum!..

Yine sıfır İngilizce bilen görevliler bizi bir odaya koydular, elimize de üzerinde 100 düğme olan bi aleti tutuşturup kaçtılar. Ayarsızca bastığımız düğmelerle arada bi şarkı çalmayı başarsak da Kore alfabesi ile çıkan alt yazılar sonucu doğal olarak hiçbir şey başaramadık. Ne büyük hüsran!

Normalde 'miş' gibi yapmak adetim değildir ama; Kore'de bir karaoke barda şarkı söylüyor'muş' gibi, sojudan uç'muş' ve çoook eğleniyor'muş' gibi yapmamam neredeyse imkansızdı:)

Neyseki ilerleyen günlerde Tanrı yüzümüze baktı (detaylar bir sonraki yazıda) ve yandaki 'miş' gibi yapan gariban fotom hafızamda hoş bir seda olarak kaldı:)

Biz Kore'yi daha ilk geceden sevdik!